Bugün tarikata daha çok muhtacız
Tasavvuf Allah’a kul olma sanatıdır diyen Prof. Emin Işık, modern hayatın bizi kendi dışımıza çektiğini, ‘ben kimim’ diye soracak vakit bırakmadığını söylüyor ve ekliyor: ‘Bugünün insanı tarikata daha çok muhtaç. Çünkü sanal, yapmacık bir dünyada yaşıyoruz.’ Din eğitiminin yasak olduğu yıllara tanıklık etmiş, yaşadığı zorluklara rağmen ilim alanında ilerlemiş Prof. Emin Işık. Kur’an ilimleri ve Tefsir Anabilim Dalı’nda çalışan Emin Işık Hoca ile Cuma günleri sohbette bulunduğu Şişli Camii’nde buluştuk. Tasavvuftan ve hal-i pür melalimizden bahsettik.
Tasavvufun temel meselesi nedir?
Tasavvufun temel meselesi ruhun beden üzerine hakimiyetini sağlamaktır. Başka bir meselesi yoktur. Beden bizim dünya işlerimiz, dünya lezzetlerimizdir. Ruh da Cenab-ı Hakk’ın bu beden içindeki, bize gönderdiği kendi iradesidir. Ruh ilahi bir nefestir. İnsan ruhsal yönüyle ilahi bir varlıktır.
Sen ruhsalı ve kutsalı bir tarafa bıraktığın zaman hayvan durumuna düşersin. İnsan ruhsal ve kutsal olana saygısı olan ya da o tarafa meyli olan kişidir. Beden bizi dünya lezzetlerine çeker. Şurada bir horoz dövüştürsek bin kişi toplanır ama namazdan oruçtan bahsedecek olsak üç kişi gelir. İnsanlar çocuklar, gelişmemiş insanlar bedensel zevklerle tatmin olmaya çalışırlar.
FARKINDALIK AYRI AYRIDIR
Tasavvufu nasıl tanımlıyorsunuz?
Kendi içimizde Allah’ı bulmaya giden yoldur tasavvuf yolu. Tasavvuf otoban ya da trenle, uçakla değil tünel kazarak gitmektir. Tarikat tek kişilik yoldur. Patika demektir zaten. Şeriat ise cadde demektir. Herkesle birlikte gidilecek yol demektir.
Tasavvuf illa gerekli mi?
Gerekir. Çünkü insan iki taraflıdır. Bir sosyal yönümüz, bir de psikolojik yönümüz vardır. Psikolojik tarafımız öz malımızdır. Kendini ihmal edip topluma verdiğin zaman sıradan biri olursun. Ama ben olacağım dediğin zaman, kendi varlığının farkında olmak lazım. Varlığının kime ait olduğunu bilmek lazım.
Biz toplumun malı gibi görünüyoruz ama Allah’ın malıyız, kuluyuz. Tasavvuf Allah’a kul olma sanatıdır. Tasavvuf bir sanattır. Meslek gibi çabayla öğrenilir. Çok tarifinin olma sebebi de herkesin kendi kendinin farkında olma metodunun farklı olmasındandır.
GENÇLER MANEVİYATA YÖNELDİ
Tasavvuf modern hayatta yaşanabilir bir şey mi?
Daha çok yaşanması lazım. Modern hayat bizi kendi dışımıza çekiyor. O kadar cazip ki, tabiatı unutturacak kadar. Bugünün insanı tarikata daha çok muhtaç. Çünkü bu hayat insanı kendinden alıp götürüyor.
Sanal, yapmacık bir dünyada yaşıyoruz. Hepsi insan eliyle yapılmış. Doktor bile hastaya dokunmuyor. Yazıyor tahlili, makinaya veriyor. Çıkan sonuçtan teşhis koyuyor. Eski doktorlar boğazına bakar nabzını sayar, ateşi var mı eliyle bakardı. Tamamen teknolojiye teslim olmuşuz.
Böyle bir ortamda tasavvufu nasıl yaşayabiliriz?
Bunların hepsi bizi bizden çalıyor. Cep telefonunu veriyor ama seni senden çalıyor. ‘Ben kimim, neyim, niçin yaratıldım’ diyecek vakti bırakmıyor sana. Bu teknoloji zalimine teslim olmak istemeyenler ona kul olmak istemeyenler bir yerde duruyor. ‘Ne yapıyoruz biz. Ne zamana kadar sürecek böyle’ deyip arayışa giriyor. Şimdi bütün gençler maneviyat arıyorlar. Bunları bu arayışa sevk eden teknolojinin, sanal yaşamın acımasızlığıdır.
SAHTE MÜRŞİD HAKİKİSİNDEN ÇOK
Gençlerde maneviyata mı yönelim var?
Çok. İlgi çok, bilgi yok. Gençler ilk buldukları ‘mürşidim’ diyene gidiyorlar. Hz. Mevlana mürşidin kim olduğunu tarif ediyor. Mürşidin vazifesi arayış içindeki o çocuğu kendine bağlamak değil, Allah’a bağlamak. Hz. Mevlana ‘Bir mürşid eğer bir talibi kendine bağlamaya çalışıyorsa şeytanın ortağı olan bir haindir. Eğer Allaha bağlamaya çalışıyorsa hakiki mürşiddir’ diyor.
Hangisi daha çok?
Elbette sahtesi hakikisinden çok. Her yerde her zaman öyle. 100 mürşit varsa 5 tanesi hakiki, Allah için çalışıyor. Bir kısmı şöhret için, bir kısmı menfaat için, bir kısmı saltanat kurmak için çalışıyor.
Tasavvuf dünyadan elini eteğini çekmeden yaşanabilir mi?
Dünyadan elini eteğini değil gönlünü çekeceksin. Tasavvuf bizi meşgul eden ne kadar güzellik, harika icatlar varsa onlara gönül bağlamamaktır. Bunlar eşyadır, alettir. Tabii kullanacaksın, içinde yaşıyorsun. Ama bunlara gönlünü vermeyeceksin. Bunları yaratanı yaratana vereceksin.
Servet sahipleri de öyle. Paraya tapanlar da vardır, kullananlar da. Tasarruf edenler de vardır, paranın esiri olanlar da. Muhabbetini nimete değil, nimeti verene vereceksin. Bazı çok yılmış insanlar tamamen modernizmi reddediyor. Her şeyi bir tarafa bırakıp kendini kurtarmaya çalışıyor. Onlar yaralı kaplanlardır, özeldir, istisnadır.
Yaşantısını bağdaştıramadığımız bazı ünlüler tarikatlara gidiyorlar. Tasavvufla ilgileniyorlar. Bu bir moda mı sizce?
Kurtulmak istiyorlar. Yüzme bilmeyen insanın havuza gidip yüzme öğrenmesi gibidir. Din bilmiyorlar, hiçbir şey bilmiyorlar. Gelip ehlinden bir şeyler öğrenmek istiyorlar. Gelmeyin mi diyelim onlara?
UMRE İLİM İHTİYACI VARKEN İSRAFTIR
Günümüz Müslümanlarına baktığınızda ne görüyorsunuz?
Onlara yakışmayan şeyler de, çok güzel şeyler de görüyorum. Onlara yakışmayan zaaf görüyorum. Mesela umre organizasyonlarını Ümmet-i Muhammed’in ilme, cihada ihtiyacı varken israf olarak görüyorum. İbadet demeye dilim varmıyor, seyahat demeye de dilim varmıyor. Gidenlerde samimi olanlar da çok ama 10 dakika namaz kılınıyorsa 2 saat laklak ediliyor.
Gaflet görüyorum Ümmet-i Muhammet’de. Türkiye İslam ülkeleri içinde durumu en iyi olan belki de. Fas’tan Filipinler’e kadar bütün İslam dünyası bugün Batı’nın, emperyalizminin sömürgesidir.
Gördüğünüz iyi şeyler ne?
Dine dönüş var. Bizim zamanımızda tüm Türkiye’de 15 Kur’an kursu vardı. 1946’da demokrasi havası estirmek için Kur’an kursu açılmasına izin verdiler. Antakya’ya Kur’an kursu açıldı, 15 talebesi vardı.
Şimdi binlerce kuran kursu var. Çok sathi bir bilgi, yüzeysel ama buna da şükür. ‘Hiç yok’a göre bu da bir şeydir. Çocuk Kur’an-ı okuyabiliyor. Manasını bilmiyor belki ama hepsi de Cüneyd-i Bağdadi olacak değil. İçlerinden ilim yoluna girecekler olacaktır. Onlara da bizim sahip çıkmamız lazım. Gelişmeler hemen olmaz. Nesiller ister. Biz 300 senede bu hale geldik. Bir 300 sene ister ki düzelsin.
HZ. MEVLANA RÜYAMDA BENİ ÇAĞIRDI
Tasavvufla ne zaman tanıştınız?
Babam aynı zamanda Nakşi tarikatına mensuptu. Kuddusi Divanı okurdu, sesi çok güzeldi. Oradan bir zevk, neşe halinde tasavvuf zevkim vardı. Ama esas tasavvufa girişim gördüğüm bir rüya üzerine oldu. Rüyamda Hz. Mevlana’yı gördüm. ‘Sen bizimkileri beğenmiyorsun ama sen bize emanet edildin. Gel bakalım’ dedi. Rüyada beni çekti.
Çok enteresan bir rüyaydı. 30 yaşlarındaydım, Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitireli 2 sene olmuştu. Ben hep Cerrahilerle beraberdim. Cemaatimin yarısı Cerrahi idi. Rahmetli Esat Gülüm, Hüseyin Gülüm, İbrahim Tansu, Kahveci Mustafa… Kandil geceleri Mevlit okumaya Karagümrük’teki Cerrahi Dergahı’na gidiyorduk. Şeyh Fahrettin Efendi vardı.
Muzaffer Ozak’ı tanır mıydınız?
Çok severdim. Eski kitapları oradan bulur temin ederdik. Hatta benim haberim olmadan eline geçen, bana uygun bir kitap bulursa hemen bana ayırırdı. Mesela İbn-i Arabi’nin Resail-i İbn-il Arabi diye 27 risalelik bir kitabı var. Dakka’da basılmış. Eline geçince bana ayırmış. ‘Buna ne vereceğiz hocam’ dedim. ‘Sonra verirsin’ dedi. Aybaşında ’50 lira ver yeter’ dedi.
Çok sonra kitabı karıştırırken iç sayfalarında bir yerde ‘Fiyatı 350 lira’ yazıyordu. Zannediyordum ki bunu sadece bana yapıyor ama bütün ilim talebelerine aynı şeyi yapıyormuş. Gerçek sahaf odur. Kitabın fiyatı değil adamın fiyatı var orada.
Musiki ilginiz de tasavvufla birlikte mi başladı?
Musiki ilgim babamla beraber başladı. Babam çok severdi musikiyi. Sesi güzeldi. Eski bir tekke zakir başı olan Antakya Ulu Cami İmamı Şeyh Nuri babamın musiki hocasıydı. Klasik Türk musikisi konusunda Antakya ön plandadır.
Hatta Cemalettin Afgani’nin bir seyahatnamesi var. Gittiği yerlerdeki ulemanın durumundan bahsederken Antakya’dan 2 özelliği ile bahsediyor.
‘İstanbul’dan sonra en düzgün musiki ile Kur’an okuyanlar olarak Antakya’daki hafızlar ve müezzinleri gördüm. Antakya meclisinde otururken kendimi Ebu Hanife’nin meclisinde zannediyorum. O kadar çok fıkıh biliyorlar. Ama felsefe kelam gibi ilimlerle fazla meşgul değiller’ diyor.
OSMANLI DEVLET ARŞİVİNİ HURDAYA ÇIKARDILAR
Din eğitiminin yasak olduğu dönemlerde çocukluğunuzu yaşadınız. O zaman diliminde Türkiye nasıl bir dönemden geçiyordu?
Din eğitimi yasaktı. Kur’an kursları kapalı, medreseler kapatılmış… 1944’lerden bahsediyorum. 3 sınıflı eğitmen ilkokulu vardı köyümüzde. 2. Dünya Savaşı’nın bütün dünyayı kasıp kavurduğu dönemde ihtiyaç var diyerek eğitmenimizi de, köyüm imamı olan babamı da askere aldılar. Köy hem öğretmensiz hem de imamsız kaldı.
Bütün köylerde kadınlar, çocuklar ve yaşlılar kaldı. Ekinler biçilemedi, mahsuller toplanamadı. Sıtma, verem, uyuz salgını başladı. Bizim köyümüz yine az çok kendine yeten bir köydü. Dağ köylerinde çoğu insan açlıktan öldü.
Eğitmenimiz askerden gelince okula başladık. Caminin bir tarafını kilimlerle bölmüşler. Okul yapmışlar. Saat sekiz gibi okula başlıyoruz. Öğle ezanı okununca okul tatil oluyor.
CAMİDE KUR’AN SUÇ DELİLİ SAYILDI
Okulla cami içe içe yani?
Köylerde okul olmadığı için camide okul devam ediyor ama komşu köyün imamı Kur’an öğretiyor diye mahkemelik. İlköğretim müfettişi okul olmadığı için caminin içinde devam eden okulu denetlemeye geldiğinde, son cemaat yerinde bir Amme cüzü buluyor. Birisi çiğnenmesin diye camın kenarına koymuş. Müfettiş onu görüyor, hemen ‘çocuklara Kur’an öğretiyor’ diye imamı mahkemeye veriyor.
Eğitmen, muhtar, köydeki herkes öyle bir şey olmadığını söylüyor ama dinletemiyorlar. Gerçekten de imam ders vermiyor. Buna rağmen caminin penceresinde bulunan Amme cüzü suç delili olarak gösteriliyor. Hakim de korkusundan berat kararı veremiyor. Köy her ay mahkemeye taşınıyor. Bu mahkeme 1946’dan 1950 senesine kadar devam etti.
Caminin içinde Kur’an olmasından daha doğal ne olabilir ki!
İşte, yasağın şiddeti böyleydi. Birçok yerde nahiye müdürleri çeşmelerin üzerindeki Besmeleleri kazıttılar. Birçok yerde bu harfler yasak diye Mushafları topladılar. Sultanahmet’teki Türk Edebiyat Vakfı’nı, Cevri Kalfa ilk mektebi olarak Sultan Mahmut yaptırmıştır. İlk Avrupai tarzda yapılmış okulumuz. Onun dış yazısı Mustafa İzzet Efendi’nin nefis bir talik yazısıdır.
O zamanın Maarif Müdürü ‘Nerede eski harf varsa kazıyın’ diyor. O dış yazı iskele kurulmuş kazınırken Osman Hamdi Bey görüyor. Temizliyorlar zannediyor. Bir bakıyor ki kazıyorlar. Hemen Maarif Müdürü’ne koşuyor. ‘Siz deli misiniz? Bu tarihi belge. Ayrıca sanat eseri’ diyerek yazının kalanını kurtarabiliyor.
DEVLET ARŞİVİ KAĞIT FABRİKASINA
Bir cinnet hali sanki değil mi?
Bu bir vaka. Her devrimin kendine göre cinnetleri olur. Hatta daha ağırı Topkapı Sarayı’nın müdürü Hazine-i evrak dediğimiz Osmanlı Devlet Arşivi’ni eski harfler yasak oldu diye yakmaya kalkıyor. Devlet Arşivi’ni! Sonra yakmayalım kağıt fabrikasına gönderelim, işe yarasın diyorlar.
Bir Yahudi hurda fiyatına alıp bir vagon dolduruyor. Bulgaristan’dan geçerken Bulgaristan el koyuyor. Gelip Bulgaristan satın alıyor arşivi. At arabalarına yükleyip Bulgaristan’a göndermek üzere Sirkeci’ye götürüyorlar.
Bir gün Ali Rıza Hoca Gülhane Parkı’nın oradan geçerken rüzgardan bir kağıt düşüyor önüne. Bakıyor padişah fermanı. Arşiv’in Bulgaristan’a satıldığını öğrenince kafası atıyor. Direkt postaneye gidiyor. Satışın durdurulması için bir tane Gazi Paşa’ya, bir tane İsmet Paşa’ya, bir tane meclis başkanına telgraf çekiyor Ertesi gün Atatürk’ten emir geliyor ve satış iptal oluyor.
Kraldan çok kralcı mıydı bu idareciler?
Yaptılar tabii göze girmek için. Elinde eski harf taşıyanı düşman olarak gördüler. Şimdi yok mudur öyleleri? Her zaman vardır. Bu millet bir kültür inkarından geçti. Eskiye ait ne varsa hepsini yasak kabul ediyorsun. Kılık kıyafet yasak, din yasak, din eğitimi yasak, harf yasak, musiki yasak. Geriye ne kalıyor?
Dinden bahsedersen şeriatçı, tarihten bahsedersen ırkçı, faşist, fakirlikten bahsedersen komünist oluyordun. Bunun için çok insanın canı yandı.
Mesela Sabahattin Ali. Köylerdeki sefaleti görüyor. Kağnı sesi diye bir hikayesi vardır. Köyden ölümcül hastayı kağnıya koyup yorgana sararlar. İneklerle şehre götürecekler, yolda ölmezse… Bunları bizzat ben yaşadım yakınlarım yaşadı. Türkiye hiçbir zaman güllük gülistanlık olmadı. Realite bu.
KÖYE YABANCI GELMİŞSE EZANI BEN TÜRKÇE OKURDUM
Dini eğitiminizi nasıl aldınız?
Ben ikinci sınıfı bitirince köyün ileri gelenleri babama ‘Hocam hiç olmazsa bu çocuklara bir namaz suresi öğretelim’ dediler. Babam sanki istemiyormuş gibi ağırdan alıyordu. Çünkü komşu köyün imamı Kur’an okutmadığı halde camide bir Amme cüzü bulundu diye mahkemelik. ‘Muhtarın oğlu da okursa olur’ dedi.
Çünkü bir şey olursa muhtar da suçlu hale düşecek. Böylece gizli gizli Kur’an’a başladık. Birimiz pencerede durur yolu gözlerdik. Fötrlü biri gelirse hemen haber verirdik. Camiden de tek tek çıkar ayrı sokaklara giderdik. Babam, Hz.Yakup’un çocuklarını Mısır’a gönderdiğinde ‘Oğullarım dikkat çekmeyin şehre değişik kapılardan girin’ anlamına gelen ayeti bize okurdu.
Çok büyük baskı altındaymış insanlar!
Köyde yabancı olmadığında babam ezanı Arapça okurdu. Köyde devleti temsil eden biri olursa bekçi koşarak gelip rica eder, ezanı ben Türkçe okurdum. Böyle bir ortamda okuduk. Kur’an-ı hatmettik. Babam bize dini bilgiler de verdi. Hafızlığa başlayacaktım.
Babam ‘Ben senin ilim öğrenmeni istiyorum. Kendi kendine hafız olursun ama ilim öğrenemezsin’ dedi. 1950’de Kur’an kurslarına, Hacca izin çıktı, ezan değişti, Müslümanlar nefes almaya başladılar. O zaman babam beni arkadaşına gönderdi. Arapça öğrenmeye başladım. O zaman gece gündüz çalışmak bile zevk verirdi. Şimdi çocuk okula geliyor. Ders veriyorsun, hiç ilgilenmiyor. Çünkü aşacağı bir yasak yok.
İmam Hatip’e gitmeniz nasıl oldu?
İmam Hatip açıldı ama babam beni göndermedi. ‘Bu okulda ne öğretiyorlar ki. Bir görelim bakalım öğrettikleri ilimleri’ dedi. Hep şüphe içindeydi dinsiz olacağım diye. Sonra İmam Hatip’e giden bir arkadaşımla babama gidip anlattık dersleri. Bir de babamın arkadaşı Islahiye Müftüsü Mehmet Uyanık ‘Daha iyisi yok ki sizi oraya göndersek’ dedi. Babam razı oldu ama 2 seneme mal oldu. 17 yaşında orta bire başladım.
08.07.2012
https://www.yenisafak.com/roportaj/bugun-tarikata-daha-cok-muhtaciz-393342