Yeni Şafak röportaj

İyi ki o uçağı kaçıramadık

1980 yılında 3 arkadaşı ile birlikte bir yolcu uçağını Tahran’a kaçırma teşebbüsünde bulunan yazar Yılmaz Yalçıner, 11 yıl 7 ay hapis yattı. Yalçıner, şimdi geriye baktığında “İyi ki başarısız olmuşuz. Başarsaydık daha büyük yanlışlara imza atacaktık. İran rejimini tahkim etme durumuna düşecektik” diyor.

Gazeteci-yazar Yılmaz Yalçıner, 1946 yılında Ankara’da doğdu. Gençlik yıllarında ülkücü hareketin içinde oldu. Sonraki yıllarda İslamcı bir çizgiye kayan Yalçıner, 1980 darbesinin hemen ardından Mekki Yassıkaya, Hasan Güneşer ve Ömer Yorulmaz’la birlikte uçak kaçırarak Tahran’a gitme teşebbüsünde bulundu.

Bu olay başarısızlığa uğrasa da çok ses getirdi. Diyarbakır Cezaevi’nde geçen 11 yıl 7 ay sonunda serbest kalan Yılmaz Yalçıner gazeteciliğe devam etti. Şimdilerde siyasetten elini eteğini çekmiş, bir sahil kasabasında dingin ve huzurlu günler yaşıyor. Yalçıner 32 yıl süren sessizliğini bozup ilk kez gazetemize uçak kaçırmaya neden teşebbüs ettiklerini, neler yaşadıklarını anlattı.

Yalçıner herkes gibi ülke için en iyisini yapma gayreti ile doğru bildiği yoldan yürümüş. Şimdi geriye baktığında yaptıklarını gençlik heyecanı ve cahil cesareti olarak değerlendiriyor. Üstelik o dönemde bunların yapılması gerektiği düşüncelerine de prim vermiyor. Kendini eleştirmekten ve geçmişi değerlendirmekten korkmayan Yalçıner, uçak kaçırma girişimi için “İyi ki başarısız olmuşuz” diyor ve yaşanılanların sevabından da günahından da payını alacağını ifade ediyor.

Ülkücü hareket içine nasıl girdiniz?

Ankaralı bir memur ailesi çocuğuyum. Hacettepeliyim. O çevrenin en okumuşu olarak, ilk gençlik yıllarımda Türk Ocağı’na devam etti. Sonra Alparslan Türkeş Albay Türkiye’ye döndü. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne müfettiş olarak girince biz de o partinin gençlik kollarını kurduk. Ahmet Tahtakılıç parti başkanıydı. Yapılan seçimle Türkeş Bey genel başkanlığı kazandı ve parti yeni bir ekibin eline geçmiş oldu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Ülkü Ocakları’nı kurduk 3 arkadaş.

ELİMİZE SİLAH ALMADIK

68 kuşağı deyince şiddet olayları insanın aklına geliyor. Ülkü Ocakları bu olayların içinde miydi?

Bizim zamanımızda şiddet henüz palazlanmamış, silahlı mücadeleye dönüşmemişti. Çatışmalarımız genellikle, grupların lideri konumundaki insanların konferanslarında, karşılıklı sopalı, yumruklu mücadele şeklinde olurdu. Kızıldere olaylarında Mahir Çayan ve arkadaşlarının orduya karşı direnirken öldürülmesine kadar ne bizim ne de Sol’un elinde silah vardı.

İslamcı kimliğe evrilişiniz nasıl oldu?

1974 yılında MHP camiasıyla yapamayacağımı, düşüncelerimin artık uygun düşmediğini fark ettim ve fiilen ayrıldım. Ama bu arada başbakanlık muhabirliği yapıyordum. Ben zaten hep gazeteciydim. Sayfa sekreterliğinden yazı işleri müdürlüğüne kadar yaptım. MHP’den ayrılınca herhangi bir gazetede çalışabilir duruma geldim.

O zaman hasbelkader Demirel’in gazetelerinde çalıştım. Son çalıştığım gazetenin patronunun ufak maddi çıkarlara tenezzül ettiğini görünce bende infial oldu ve gazeteden ayrıldım. Bana yeşil türbe gibi gözüken Milli Gazete’de çalışmak için teşebbüste bulundum. “Sana layık olduğun ücreti veremeyiz ama arada bir şeyler yazarsan memnun oluruz” dediler.

Fakat baktım yürümeyecek İsmail Müftüoğlu Vesika adında bir dergi çıkarttı, orada başladım. Böylece İslami camia içine girmiş oldum. Daha sonra Kadir Mısıroğlu gazetesi Sebil’e davet etti. 1978 yılında Şura’yı kendim çıkarttım, arkasından Tevhid’i çıkarttım. Bu gazetede çok radikal görüşler vardı.

HUMEYNİ’NİN SÖZCÜSÜ OLMUŞTUK

Bu radikal çizginin kaynağı neydi?

O günün İran’ında devrim öncesinin hararetli bir İslami atmosferi söz konusuydu. Bu Türkiye’ye de yansıyordu. İran sürekli kargaşa içindeydi. Arap Baharı gibi değil, bütün bir halk ayaktaydı. İran devrimi tabandan gelmektedir.

Humeyni’nin Fransa’dan yazdığı beyannameler önce Türkiye’ye geliyordu. Hüccetül İslam mertebesinde, İran Caferilerinin önderi Ali Ekber Mehdipur tarafından Farsça’dan tercüme edili-yordu. Biz Şura’da yayınlıyorduk. Şura, devrimin Türkiye’deki sözcüsü konumuna gelmişti.

Bu bizi ister istemez çok radikal, Humeyni’nin dile getirdiği, radikal İslami söylemi yazmak çizmek noktasına getirdi. Biz Cuma günü çıkıyorduk, Pazartesi günkü Hürriyet gazetesinde “Humeyni şöyle dedi” diye bizden alıntı alarak manşet yapıyorlardı.

Her sayı toplatılıyormuş?

Her sayı toplatılıyordu. Daha piyasaya çıkmadan beni içeri aldılar. Yaklaşık 1 ay sonra çıktığımda onu da yazdım.

Ne kadar gözünüz karaymış!

Hiç sormayın. İki de çocuk sahibiydim üstelik. Bazen cahil cüretkar olur.

ŞERİATÇI GAZETE OLMAZ

İlk sayınızın kapağı “Şeriatçı gazete olabilir mi?” diye soruyordu. Olabilir mi?

Olamaz, bugün de olamaz. Aslında hangi Müslüman’a sorsanız, hiçbirinin kafasındaki Şeriat diğerine uymaz. Şeriatçı bir gazete olmaz. Şeriat adına kul kısmının bir ülkenin egemenliğini ele geçirmesiyle yapacağı dayatmaların tümüne kendi adına Şeriat diyecektir ve bunu İslam’a mal edecektir. Bugünkü düşüncemle bunu söyleyebilirim.

Bir de uçak kaçırma eyleminiz var. Neden uçak kaçırmayı düşündünüz?

O tarihlerde 163. Madde İslami manada en ufak bir yazıyı, çiziyi hemen cezalandırmak imkanı veriyordu. Dolayısıyla her iki gazetem de toplatılıyor, yazar çizerlerine karşı bu madde kullanılıyordu. Biz yazı işleri müdürleri olarak yazarları korumak için, ifade verirken “Bu yazıyı onun adına ben yazdım” diyorduk. Bu nedenle ben 10 yıl ceza yemiştim.

Ömer Yorulmaz hapse girdi çıktı. Darbe de hemen ardından gelince ülkeyi terk etmek şıkkıyla karşı karşıya kaldık. Gazetecilerin büyük bir kısmı bir yolunu bulup ülkenin dışına çıkmaya çalıştılar. Bize pasaport vermiyorlardı. Her darbe devrinde olduğu gibi halk rejime yaranabilmek için birbirini ispiyonlamaya başladı. Hayat hakkı bulamaz hale gelince çareyi kaçmakta bulduk ve bir uçak kaçırarak bu işi yapabileceğimizi düşündük.

İBRET OLSUN DİYE 36 YIL VERDİLER

Ama başarılı olamadınız.

İyi ki olamadık. Başarılı olsaydık, spekülasyon yapmak istemiyorum ama daha büyük yanlışlar olabilirdi. İran rejimini tahkim etmek durumuna düşecektim.

Nasıl oldu kaçırma olayı?

Uçak havalandıktan sonra Yalova üzerindeyken elimde 6.35 bir silahla kokpite girdim. Uçağı ele geçirdim. Silahı kullanmama da hiç ihtiyaç olmadı.

Ama gerektiği zaman da kullanmayı göze almıştınız değil mi?

Yoo, hiçbir zaman da basmadım tetiğine. Bizi büyük bir çatışmayla ele geçirdiklerini söylediler ama biz çatışmadık. Bugün Ergenekon’dan dolayı yargılanan Korkut Eken’in yönetiminde bir tim uçağa girdi sabaha karşı. 2 tane insanın da ölmesine sebep verdiler. Allah rahmet etsin.

Ben aylar sonra duruşmalarda haberdar oldum öldüklerinden. Vücutlarından askeri mermiler çıkmış. Zaten bizim silahımızla ölen olsaydı bizi asarlardı. Bize de işlediğimiz suçun karşılığı olarak değil de ibret olsun diye 36 yıl verdiler. Biz 1991 yılında Turgut Özal’ın kısmi affıyla, 11 yıl 7 ay yattıktan sonra çıktık.

O an hiç korku ya da heyecan hissetmediniz mi?

Daha önce demiştim cahil cüretkar olur diye. Gençlik heyecanı vardı. Her şeyin üstesinden gelebileceğimize inanıyorduk.

MEHDİ BEKLER GİBİ ERDOĞAN’I BEKLESEYDİM

İran’a bugün baktığınızda ne düşünüyorsunuz?

O günün şartları içinde bir heyecana kapılıp gitmiştik. İran halkının baskı rejiminden kurtulup İslam adına daha özgür bir hayata, daha hakça adil bir düzene kavuşacağını zannediyorduk. Ama bugünkü haliyle İran benim açımdan tasvip edilecek bir rejime sahip değil.

Toplum baskı altında. Bugün açık bir seçim olsa rejim kesinlikle yıkılır. Ama böyle bir seçimin yapılabileceğini düşünemiyoruz. Çevredeki diktatörlükleri çökertecek olan özgür bir Türkiye’dir. Tayyip Bey, zamanında Kürt sorununu da çözerse çevredeki diktatörlükler ayakta kalamaz.

BEN O UÇAK KAÇIRAN ADAM DEĞİLİM

Fikri açıdan şu an neredesiniz? Değiştiniz mi?

Tabii. Ben uçak kaçıran adam değilim. Şura’yı, Tevhid’i çıkaran adam da değilim. Arkadaşlarım zaman zaman beni teselli etmek için, “Onlar o günlerde yapılması gereken şeylerdi” diyorlar. Ben de “Keşke yapmasaydım” diyorum. Çünkü iyi niyetle de olsa yanlışlıkla başarılı olsaydık, mazallah Türkiye’yi de İran misali bir diktatörlüğe sürüklemiş olacaktık. Adı İslami bir diktatörlük olacaktı.

Bu İslam’a da bühtandır, halka da zulümdür. Vebal altına girecektik. Bugünkü düşüncemde özgür bir ülkeyi düşlüyorum. Hâlâ özgürlük istiyorum. AK Parti döneminde bir hayli özgürlükler geldi. Halkın önü açıldı, daha da açılmalı. Allah Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarından razı olsun. Önü açmakta çok büyük hizmette bulundular.

Tabii Özal’ı da unutmamak lazım. O bu ülkenin ufkunu açan ilk insan oldu. Diliyorum keşke hiçbir şey yapmasaydım da Mehdi’yi bekler gibi Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını, AK Parti’yi bekleseydik. Çok daha iyi ederdik.

TÜRKEŞ PARTİYİ BASKIYLA ELE GEÇİRDİ

MHP’nin kuruluşunda da katkınız oldu mu?

Partinin kuruluşu Türkeş Albay’ın serbest bir seçimle partinin başına seçilmesiyle olmadı. Büyük sinemada bir kongre toplandı. Bu kongrede Türkeş ve Ahmet Tahtakılıç aday oldular. Ancak biz Türkeş’e bağlı olarak iyi örgütlenmiş bir gençlik kolu kurmuştuk. Başımızdaki insanların da yönlendirmesiyle kongrede delegeye baskı kurarak, biraz da sandıklarda yanlışlıklar yapmak suretiyle, antidemokratik baskıyla seçimin kazanılmasını sağladık.

Bir bakıma parti içi darbe…

Evet. Bir delege itiraz edecek olursa zorla oturtuyorduk. Ne yaptığımızın farkında değiliz. Ama “Alparslan Türkeş diye bir adam var, her şeyi halledecek. Önce partiyi, sonra da ülkeyi kurtaracak. O nedenle genel başkan olması gerekiyor” diye düşünüyorduk. Nasıl bugün gençlerin omzuna bir takım insanlar basıp ikbal arıyorsa o zaman da bizim omzumuza basmışlar.

MHP AMBLEMİNİ OSMANLI’DAN ESİNLENEREK ÇİZDİM

Parti amblemini de siz çizmişsiniz. Doğru mu?

Partinin amblemi teraziydi. Bunun ve partinin isminin değiştirilmesi söz konusuydu. Partinin ırkçı kanadı bozkurt olsun istiyordu. Biz muhafazakar kanat bir dergi çıkartıyorduk adı Milli Hareket’ti. Biz partinin adının o derginin adı ve amblemi olsun istiyorduk.

Benim çizdiğim amblem 3 hilalin bir uçtan birleştirilmiş şeklindeydi ve maalesef o günün şartlarında gamalı haçı andırıyordu. Bir gün Türkeş Albay’a gazeteciler “Bu sizin amblem gamalı haça benzemiyor mu” diye sordular. O da, “Evet ve ben yasakladım” dedi. Öyle deyince gündemden düşüverdi o amblem.

O zaman ben Osmanlı’nın donanma bayrağının üç hilalini sundum. 1960 yılında değiştirilirken, partinin adı milli kelimesi kullanılamadığı için Milliyetçi Hareket Partisi oldu. Amblemi de Osmanlı’nın donanma bayrağı olan 3 hilal oldu. Gençlik kollarına da bozkurt işareti verilerek bir dengeleme sağlandı.

İŞKENCE YAPMAYAN ASKER İŞKENCE GÖRÜYORDU

Diyarbakır Cezaevi’nde işkence gördünüz mü?

Diyarbakır Cezaevi’ne ilk geldiğimizde mahkumların elindeydi. Her koğuş kendi bağımsızlığını ilan etmiş gibiydi. 81 yılının Mart ayında Esat Oktay Yıldıran diye bir iç güvenlik amiri yüzbaşı tayin olmuş. Gece yarıları birer birer koğuşları basarak, büyük dehşet saçıp, cezaevini ele geçirdi. Sonra yaşananları yazmayı düşündüm ama yazamadım. Daktilonun başına oturduğumda duvarlar üstüme üstüme geliyordu.

Zor zamanlar geçirmişsiniz

Ben en azını yaşamışlardan biriyim. Çocuk koğuşuyla birlikte hem o çocukları zulümden uzaklaştırırken kendimi ve arkadaşlarımı da zulümden uzak tutmaya çalıştım. Ama cezaevinden yükselen sesleri duyuyorduk. Koğuşumuzun üstünde kendini yakanları duyuyorduk. Aylarca gün ışığı görmedik. Nasıl söyleyeyim size, işkence uygulanmasa bile avlulardan yükselen feryatları duyuyorduk.

Kim yapıyordu işkenceyi?

Askerlikte “Ali” diye tabir edilen, okuma yazma bilmeyen erata öylesine ağır baskı uyguluyorlardı ki işkenceci olup çıkıyordu onlar. Hepsi yeni yeni işkence usulleri icat edip birbirleriyle yarışıyorlardı. Rütbeli subaylar da galiba bundan haz duyuyorlardı çünkü daha iyi işkence yapanı daha ağırını yapanı ödüllendiriyorlardı.

Geri kalan askerleri bile kanalizasyon çukuruna tepesi üzerine batırıp çıkarıyorlardı. İşkence yapmayan asker işkenceye maruz kalıyordu. Orada yaşananlar gerçekten bugünkü Kürt hareketinin teröre dönük, dağlardan Türkiye’ye dönük, kanlı ve vahşi bir savaşa dönüştürülmesinde birinci derecede rol oynamıştır.

Çocuk koğuşundaki çocuklara nasıl bir eğitim verdiniz?

Elimizden geldiği kadar inançlarımız dairesinde İslami bilgiler vermeye çalıştık. Çocuklar başta bunu kabullenmediler. Zorlamayla hiç bir şey olmaz.

Biz kendi gayretlerimizle örnek olmaya çalıştık. Sayıları 168 civarındadır. O çocuklardan hiçbirine mensup oldukları Kürt halkından uzaklaşmaları şeklinde bir öğütte bulunmadık. Çünkü bu bir zorbalıktır. Ama bazı şifreleri biliyorduk. “Bu adamlar sizden Türküm demenizi istiyorsa, zulümden kurtulmak için bunu dememiz gerekiyor” dedik ama “Aslınızı inkar etmeyin” dedik.

Oradaki gençlerden hiç biri de aslını inkar etmedi. Hâlâ da Kürt halkının toplumun içinde eşit olarak yaşayabilmesi için sivil bir çabanın içindeler ama silahlı bir çabaya girmediler.

Diyarbakır Cezaevi’nin kapatılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Ben oranın bir ibret müzesi olmasından yanayım. Müze olabilmesi için benim gibi orada yatmış, o günkü halini bilen insanların bizzat oraya götürülmesi ve aslına uygun hale getirilmesi gerek. Oranın okul olması mümkün değildir. Oradan yetişecek insanlar oradaki acıları, feryatları bilmeseler bile kulaktan kulağa duyar ve onun hıncıyla yetişirler.

Kürt sorununun başlangıcına tanıklık etmiş biri olarak, çözümü nasıl mümkün görüyorsunuz?

Yeni anayasa yapılırken resmi ideolojiden arınmış, bu topraklar üzerinde Osmanlı’dan beri, hatta ondan da önce gelmiş geçmiş bütün medeniyetleri kapsayıcı, hepsini kucaklayıcı, hiçbir ırka aidiyet göstermeyen ve her insanı kucaklayan bir anayasa olursa acılar büyük çapta diner. Yapılacak şey halkın kimliğine, diline, coğrafyasına, adlarına saygı göstermektir. Resmi ideolojiyi dayatmaya devam ederlerse çocuklarımızın daha çok acısını çekeriz.

11.12.2011

https://www.yenisafak.com/roportaj/iyi-ki-o-ucagi-kaciramadik-355983

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu