Onurumuz için savaştık
28 Şubat darbesinin kabus gibi çöktüğü zamanlarda, başörtülü kızların yaka paça gözaltına alınıp güvenlik güçlerine mukamevetten yargılandığı, vaaz verenlerin ve o vaazı dinleyenlerin terör örgütü adı altında hapishaneye tıkıldığı zamanlarda, ellerinde dava dosyaları, omuzlarında cüppeleriyle mahkemeden mahkemeye koşan dava insanları vardı. Dava insanı demem avukat olduklarından değil elbet, kendilerini sadece dini kimlikleri nedeniyle zulüm gören insanları savunmaya adadıkları için.
Derin devlete karşı savaşan bu bir avuç avukattan 5 tanesiyle bir araya geldik. Necati Ceylan, Cüneyt Toraman, Hüsnü Tuna, Necip Kibar ve Sadi Çarsancaklı davetimize icabet edip o günleri anlattı. 28 Şubat darbesinin entelektüel merkezi de diyebileceğimiz İstanbul Üniversitesi’nde buluşup darbe günlerini konuştuk.
Onları üstlendikleri davaları sayarsak daha iyi tanırsınız. Umut Davası (Selam Tevhid Örgütü), Malatyalılar, Kaplancılar(AFID), İslami Hareket, Vahdet Vakfı, Aczimendiler, Hasan Celal Güzel, Timurtaş Uçar, Hasan Mezarcı, Sivas, Başbağlar davası Cüneyt Toraman’ın girdiği davalardan bir kaçı. Müslüman Genç (örgütü) davasını da unutmamak lazım.
Hüsnü Tuna’nın girdiği davaların bir kaçını da Kaplancılar, Müslüman Genç, Hasan Celal Güzel, Hasan Mezarcı, İslami Hareket, Elele eylemi, Aczimendiler, Metin Kaplan davaları olarak sayabiliriz.
Necip Kibar’ın ter döktüğü davalar söz konusu olduğunda ise Elele eylemi, İslami Hareket, Sivas ve sayısını bile hatırlayamadığı izinsiz toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefetle ilgili davaları dile getirebiliriz. Zira o dönemde hak aranan ve basın açıklaması, toplantı, gösteri ve yürüyüş yapılan her olayla ilgili dava açılıyordu.
Necati Ceylan; Hasan Celal Güzel, Sivas, İslami Hareket, Elele eylemi, Şadi Çarsancaklı ise birçok münferit başörtüsü davası, Mazlumder’e yönelik davalar, Malatyalılar, Sivas, Elele , Aczimendiler eylemi gibi daha sayamadığımız pek çok davada yer aldılar. O dönemin hukuksuz uygulamalarına hukuk içinde çözüm aramaya çalıştılar.
28 Şubat olarak isimlendirdiğimiz postmodern darbe sürecini 28 Şubat’a tarihliyoruz. Fakat sizin için 28 Şubat’ın başlangıcı ne zamana dayanıyor?
Cüneyt Toraman: Ben şahsen 28 Şubat’ı 1989 yılından itibaren başlatıyorum. 1989’da Komünizm çökünce Amerika ilk askeri tatbikata Komünizm’i temsil eden kırmızı kuvvetlerin yerine yeşil kuvvetleri yani İslam’ı koydu.
Bu Amerika politikasında ciddi bir kırılma ve politika değişikliğini ifade ediyordu. Amerika’nın müttefiki olan ülkelerde de ister istemez politika değişikliği başladı. Bu darbenin taşları o zamandan itibaren döşenmeye başladı.
Hatta dönemin MİT Müsteşarı Teoman Koman’ın başbakanlığa gönderdiği bir yazı var. Aldıkları istihbarata göre Çetin Emeç, Turan Dursun, Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok’un öldürüleceğini söylüyor. Bu isimlerin tamamı 1990 yılı içinde öldürüldü. Sağ sol çatışmasının yerine laik anti laik çatışmasını koyarak İslam aleyhinde bir operasyon yapabilmek için zemin hazırlanmaya çalışılıyordu. Bu dış kaynaklı bir proje. Kaynağı da Amerika.
BAŞBAĞLAR DARBE ZEMİNİ OLUŞSUN DİYE YAPTIRILDI
Necip Kibar: Cüneyt Bey’in söylediklerine ekliyeyim. Antalya’da 1993 yılında Nusret Demiral başkanlığında Cumhuriyet Savcıları toplantısı yapıldı. 141, 142, 163. Maddelerin kaldırılmasından 5- 6 ay sonraydı. Bir laiklik bildirisi yayınladı. “141, 142, 163. Maddelerin kaldırılmasından cüret alan mahfiller şöyle şöyle faaliyetlerde bulunuyor. Bundan sonra 312 nolu madde uygulanacak” dendi.
O güne kadar hiç uygulanmadığı şekilde 312 uygulanmaya başladı. Bu toplantıda alınan kararlar büyük adliyelerin duvarlarına da asıldı. Ceza hükümleri içeren kanunlarda böyle bir irticai tehdit ve irticai suçlarla ilgili hüküm olmamasına rağmen, böyle bir alt yapı ihdas edilerek İslami düşünceye mensup insanlar konusunda devletin teyakkuza geçmesinin temeli atıldı.
İkinci mihenk taşının da bu toplantıda atıldığını düşünüyorum. Tabi bunda o dönemki yerel yönetimlerde özellikle Ankara ve İstanbul gibi büyükşehirlerde Refah Partisi’nin belediye seçimlerini kazanması ve Türkiye’nin güçlü illerinde etkin hale geliyor olması da etkili oldu.
Hüsnü Tuna: 28 Şubat darbesinin irticanın birinci öncelikli tehdit olduğu algısına dayandığını biliyoruz. Bu anlatılanlara ek olarak 1994 seçimleri öncesi bir Taksim mitingi var. SHP, MHP, DYP’nin müşterek yaptıkları bu mitingde laikliğe vurgu yapılıyor.
Biz bunu araştırdık. Tansu Çiller’in çok yakınında olan bir isim Mehmet Bican’a “Bu mitingi kim önerdi size” diye. DYP ya da siyaset içindeki irticaya karşı hassas olan kişilerin, grupların önerdiğini söyledi.
1994 yılındaki kayıtlara bakıyoruz. İrticanın tehdit algısının birinci önceliğe alınmasıyla birlikte asker ve bürokratik yapı içerisindeki hareketlilik de başlıyor. Sıkıyönetim hazırlıkları, belli askeri birliklerde ileride muhtemel gelişecek olaylarda nasıl davranılacağına ilişkin iç eğitimler yapılıyor.
Hatta bazı komutanlar askerlerini “Önümüzdeki dönemde sizi çok önemli şeyler bekliyor. Güçlü olmanız lazım” gibi sözlerle motive ediyorlar. 1990’lı yılların başından itibaren bu süreç hazırlanıyor.
Özellikle 93 yılındaki Sivas, Başbağlar gibi toplu katliamlar bir plan dahilinde gerçekleştirilerek zemin hazırlandı. İrticanın ne kadar tehlikeli olduğu ve hemen bir tedbir alınması gerektiğine dair algı yerleştirildi. Genel seçim yapıldıktan sonra siyasi partilere, koalisyona Refah Partisi’nin alınmaması ile ilgili askerlerin fiili çalışmaları var. Tansu Çiller’e baskı yapılmış, kalemi üzerinden Mesut Yılmaz’a baskı yapılmış.
BAHRİYE ÜÇOK’A BOMBAYI KENDİLERİ GÖNDERDİ
Necati Ceylan: Bahriye Üçok öldürüldüğünde Kültür Vakfı başkanıydım. Bomba Fatih’ten bizim vakfın ismine benzer bir isimle postaya veriliyor. Bunun üzerine gözaltına alınma durumum oldu ancak o dönemdeki milletvekili arkadaşlar müdahale ettiler.
MİT ya da bu işi düzenleyenler olayın iç yüzünü bildiği için üstüme gelmedi. Bunu başka kadrolar yapsaydı ve MİT olaya el koysaydı ben içerideydim. Kimin yaptığı da belliydi.
Bahriye Üçok’a bombalı paket konusu ikaz da edilmiş ve bu konuda eğitim de verilmişti ancak yine de paketi açtı. 28 Şubat darbesi post modern darbe diyoruz ya bu hazırlıkların sonucunda darbenin amacı olan siyasi iktidarları uzaklaştırmayı başardılar.
Şadi Çarsancaklı: Benim yorumum İslam üzerinden bir iktidar kavgası verildiği yönünde. Biz genelde 80 kuşağıyız. Özallı yıllarda üniversitedeydik ve ciddi şekilde özgürlüğü tattık. Serbest düşünme, birey olma… 12 Eylül’ün askeri rejimi tedricen geriletildi ve sivil hayat ortaya çıktı.
Dolayısıyla 28 Şubatçıların yaptığı Özallı yıllardan yani sivillerden intikam almaktı. Ara dönemin yeniden avdet etmesi, yeniden ordunun iktidara hakim olması idi. Müslümanları döverek sivil iktidarı geriletmek, askeri tahakkümü, klasik asker hakimiyetini yeniden ihya etmek amacına matuftu. Dolayısıyla burada İslam araçtı bana göre. Başka bir şey kullanabilirler de ama bunu kullandılar. Bu bal gibi darbeydi. Amaçlanan da gerçekleşti.
TANKLAR YÜRÜDÜĞÜNDE DARBE GELDİ DEDİK
04 Şubat sabahı Sincan caddelerinde tankların yürümesi 28 Şubat darbesinde neye karşılık geliyor. Tankların yürüdüğünü haber aldığınızda ne düşünmüştünüz? Ne hissetmiştiniz?
Şadi Çarsancaklı: Ben bavulumu hazırlamıştım (Gülüşmeler)
Necati Ceylan: Ben 27 Mayıs’ı, 12 Eylül’ü, 16 Mart muhtırasını gördüm. 10 yılda bir darbe gördüğümüz için olabilir dedim, çok telaşlanmadım. Zamanı geldi dedik.
Cüneyt Toraman: Fiili bir darbeye Amerika izin veriyor mu tartışılmış, 12 Eylül, 27 Mayıs gibi bir darbe istemediği kamuoyuna yansımıştı. Dolayısıyla ben şahsen başörtü yasağının da başarılı olamayacağını düşünerek mücadele ettim. Başarılı olacağını düşünseydik yine de mücadele ederdik.
Biz bütün avukat arkadaşlar “Asli unsur biziz bunlar çete. Yargıdan, savcıdan, devletten destek alan bir çete” diye düşündük. Ne korktuk ne de geri adım attık. Haklı olduğumuz için de yargılama sırasında çok sayıda hakim, savcı elini vicdanına koyup mahkumiyet kararı verebileceği davalarda beraat kararı verdi.
Timurtaş Uçar’la ilgili 85 dosya hazırladık. Savcı baktı ki kasetler vaaz kaseti. Yaşlı bir adama 80 küsür soruşturma dosyası açıldı. 3-4 tane davaya dosya hazırlayıp katıldık. Sonra dedim ki sana dava açarlarsa bu dosyayı götür savcıya ver.
Kasetlerle ilgili bir soruşturma kağıdı geldiğinde götürüp dosyayı teslim ediyordu ve takipsizlik kararı çıkıyordu.
Necati Ceylan: İşkence edildiğini de söylemek lazım Timurtaş Hoca’ya.
Cüneyt Toraman: Emniyette kötü muamele gördüğü açık. Beraat kararı aldı sonunda. Ama az sayıda da olsa Führer gibi hakimlerimiz vardı. Birçoğu da ellerine geçen fırsatı kullanıp makam beklentisi içinde bile bile zulmettiler. Mesela Malatya’da El ele eylemini yapanları idamla yargıladılar.
Şadi Çarsancaklı: Kılıcından kan damlayan bu hakimlerin bir kısmı makam için önemli bir kısmı da rüşvet aldıklarını gizlemek için yaptılar. Birçoğu sonradan rüşvetten atıldı. Eğer bir adam normal dışı davranıyorsa bir şey saklamaya çalışıyordur. Kişilik açısından zayıf kişilerdi.
AŞAĞILANDIĞIMIZI HİSSETTİK
Necip Kibar: Tankların yürütülmesi mevcut iktidara gözdağı verilmesiyle birlikte aynı zamanda fiili darbeyi de istediğimiz zaman yaparız demekti. Ancak 12 Mart’ta olduğu gibi kendi yapmak istediklerini parlamento eliyle yapabiliyorlarsa fiili darbeye tenezzül etmedikleri bir vakıa.
Buradaki arkadaşların hepsi belli bir düşünce zemininden ve mücadele zemininden geçmiş arkadaşlar. Derin devlet dediğimiz, halkı her zaman hırpalamayı seven erkin, muhalif düşünceye ve İslami düşünceye karşı böyle bir eyleme tevessül edebileceklerini biliyorduk.
Ama başörtülüler üzerinden bir faaliyet başlatılması şaşırdığımız nokta oldu. En büyük ceremesini de toplumdaki başörtülü kadınlar çekti. Ama burada hedef başörtüsü değildi, açıkça İslam hedef alındı. Başörtüsünün adı değiştirilip türban yapıldı. Bu da kurnazca ve şeytani bir şekilde hukuk literatürümüze girdi.
Bazıları bunun başörtüsü yasağını aşıp üniversiteye girmek için yapıldığını düşünse bile ben tam aksini düşünüyorum. Başörtüsünün toplumda bir karşılığı vardı. Türban gibi toplumun yabancı olduğu bir kavram üzerinden hareket edildi. İslam’ın en önemli değerlerinden olan tesettür üzerinden İslami değerlere ve Müslümanlara hakaret edildi ve toplum dışına itilmeye çalışıldı.
Şadi Çarsancaklı: Ben aşağılanma duygusu hissettim. Kocaman bir devlet var karşımızda. Biz de sağdan say kaç kişiyiz, onlarla mücadele etmeye çalışıyoruz. Benim bu savaşı kazanırız diye bir umudum yoktu ama umudumuz için değil onurumuz için kavga ediyorduk. Çünkü çok aşağılayıcı bir şeydi bana göre. “Benim hoşuma gitmiyor o nedenle sen böyle giyinmeyeceksin” demek kadar, “Ben darbe yaparım istersem yönetimi değiştiririm” demek kadar insanı aşağılayan bir şey yok.
GENELKURMAY’IN IŞIKLARI YANIYORDU AMA İÇİ BOŞTU
Hüsnü Tuna: TC. vatandaşı olarak bir yönüyle darbenin geliyor olduğunu düşündük. Hemen ön planda olup alınacak bir durumumuz olmadığı için çok tedirgin olmadık.
Darbe yapmak isteyenlerin adımı adım bir şeyi ilerletmek istedikleri ortadaydı. 28 Şubat darbesinin psikolojik baskıya yönelik olduğunu unutmamamız gerekiyor. Bu darbenin fiili ilanından önce ilk defa Genelkurmay’a bağlı olarak Psikolojik Harekat dairesi kuruldu ve İngiltere’de eğitildiler. Kriz Yönetim Yönetmeliği diye bir yönetmelik çıkarıldı. Bu yönetmelik 97 Ocak’ında onaylandığı zaman gazetelerdeki başlıklar da şöyledi: “Darbe otomatiğe bağlandı”
Dolayısıyla psikolojik baskıya dayalı bir darbenin uygulama şekli elbette korku sindirme baskı oluşturmaya yönelik eylemleri barındırıyor içerisinde. Tankların yürütülmesi de aynı amaca matuf.
28 Şubat davasında “Niye yürüttünüz tankları. Oraya giden başka yol yok muydu” diye sorulduğunda, “Vardı ama orayı denedik” diyorlar. “O zaman korku oluşturmak için yaptınız” deniyor. “Hayır” diyorlar. Ama oradan geçiyor.
Bir tanesini arıza yapmış gibi tam da Refah Partisi ilçe binasının ön tarafına koyuyor. Akşama kadar duruyor. Başında nöbetçiler silahla bekliyor. Dolayısıyla bu baskı oluşturmaya yönelik bir şey. Hatta bunu teyit eden bir şey anlatayım. Askerin biri “Genelkurmay’ın bütün ışıklarını yanık bırakıyorduk. Halbuki içeride kimse yoktu” diyor. Sırf baskı oluştursun diye sabahlara kadar çalışıyorlar izlenimi vermek için.
Amaçlarına da ulaştılar. Çünkü amaçları sadece kamuoyu değil siyasiler üzerinde de baskı oluşturmaktı. Nitekim bunun üzerine birçok DYP milletvekili mecliste “Darbe geliyor. Refahyol hükümetini bir an önce feshedelim” diye kulis yapmaya başladılar. 35 kişi istifa etti.
Necip Kibar: 28 Şubat 1000 yıl sürecek diyorlardı. Bin yıl kime karşı mücadele edeceklerdi? Müslüman Türkiye toplumun 1000 yıllık bir geçmişi var. Vurgu İslami geçmişeydi. “Bu topraklardan İslam’ı sileceğiz” düşüncesi vardı.
İSLAMİ ÖRGÜTLERİN İSİM BABASI SİYASİ ŞUBE BAŞKOMİSERİYDİ
28 Şubat döneminde İslami grup ve cemaatlere de baskılar vardı. Siz bunlara en yakından tanık olan isimlersiniz. Neler yaşandı?
Şadi Çarsancaklı: Klasik bildiğiniz arkadaş grupları örgüt diye içeriye alınmaya başladı. İslami çevrede silah, örgüt vb. şeyler duyulmamıştı bile. Ordu başörtüsünün bir üniforma olduğuna dair beyanatlar vermeye başladı.
O zamana kadar başörtüsü İslami bilinci artmış, kitap okumuş kızların taktığı bir şeydi. Gitgide revaç bulunca bir tarz da oluşmaya başladı, moda halini aldı. Ordu içinden bunun bir üniforma olduğu söylendiğinde biz güldük. Ama adamlar ciddi ciddi baskı yapmaya başladılar.
Başörtüsünün yasaklanmasına kadar gelen süreçte önce İslami kesimi örgütleştirmek, terörize etmek, terörist gibi göstermek için bazı yöntemler kullanıldı. İslami kesime operasyon yapan kişi Siyasi Şube’den Başkomiser Mahir’di. Başkomiser şöyle yakınıyordu: “Yav arkadaş bunlar örgüt kuruyor, adını koymuyorlar. Adını koymak bize kalıyor.”
Bizim gibi bir araya gelen görüşen arkadaşları yakalıyor, adı yok, sanı yok, örgüt kimliği yok. Örgüt diye vasıflandırıyor. Sonra adını da koyuyor. İslami kesimdeki örgüt diye bilinen yapılanmaların yüzde 90’ının örgüt kimliği yoktur. Başkomiser Mahir örgüt diye vasıflandırmıştır. İslami örgüt diye bilinen yapılanmaların yüzde 90’ının isim babası Başkomiser Mahir’dir.
Hüsnü Tuna: 28 Şubat’ın irticanın kaynaklarının kurutulmasıyla ilgili bir maddesi var. İrticanın maddi kaynakları diye bir başlık var. Bu çerçevede vakıflar, dernekler, cemaatler, şirketler hedef alındı. İrticacı kebapçılar, simitçiler diye fişlendi. Komik ama o gün gündeme geldi bunlar.
İnsan kaynağı açısından İmam Hatipler, Kur’an kursları, üniversiteler hedef alındı. Bir başka kalem bürokratik yapı. Adam askeriyeden atılmış, belediyede işe girmiş. Bunu takip ederek işine son verdiriyorlar.
Uygulama sistem içerisindeki uygulayıcıların süratli veya yavaş uygulamasına göre mesafe kat etti. Yaklaşık 250 300 vakıfla ilgili kapatma davası hazırlığı yapılmış. Bu davaların bir kısmını açtılar bir kısmını açmaya fırsat olmadan süreç bitti. Bir kısım şirketlere yönelik eylemler yapmışlar. Mesela Kombassan’ın Bağcılar’daki binası yakılmış. Konya’daki binasına saldırılmış. Çok geniş bir şekilde çalışılmış.
BAŞÖRTÜSÜ LEHİNE KARAR VEREN MAHKEMELER DAĞITILDI
Başörtüsü yasaklarına nasıl uzandı süreç?
Cüneyt Toraman: Tek tek İslami gruplar, cemaatler fişlenmeye başladı. Kebapçılarına varıncaya kadar. “Biz bunları başardık, sıra başörtüsüne geldi” dediler.
Aslında Anayasa Mahkemesi’yle de ilgisi var bu başörtüsü yasağının. Mahkeme kararları sadece davacı ve davalı arasında cereyan eder. Bütün Türkiye genelinde yasama organı kanun koyucu gibi davranamaz. Fakat Anayasa Mahkemesi iptal başvurusunu reddederken, reddettiği kararda da bir gerekçe üretti. “Başörtülü bir öğrencinin başını örtmesi masum bir konu değildir. Mutlaka bir hesabı kitabı vardır” dedi.
Ama iş sadece öğrencilerle sınırlı değildi. Başörtülü ehliyet verilmeyeceğine dair talimat gitmişti. Sağlık karnelerinde başörtülü fotoğraf kabul edilmiyordu. Asker düğün yapacak, başörtülü yakınları orduevine alınmadı. Önce Cerrahpaşa’da pilot bölgede başörtüsü yasağını uyguladılar. Orada başarılı olunca İstanbul Üniversitesi’ne taşıdılar. Başörtüsü Pazartesi serbestti. Salı günü yasaklandı.
Hüsnü Tuna: Bana göre başörtüsü ile ilgili ilk fiili uygulama İstanbul Üniversitesi içinde bilinçli olarak başladı. Kemal Alemdaroğlu rektör olmadan önce kendi ana bilim dalındaki bir doktor hanımı sırf başörtülü olduğu için akşama kadar kütüphaneye kapattı. Sabah gel akşam git hapsetti. Rektör seçildikten sonra da uygulamaya başladı.
Ne yaptınız bu durumda?
Cüneyt Toraman: Biz avukatlar olarak birbirimiz aradık haberleştik ve Hukukçular Derneği’nde toplandık. Rektör Alemdaroğlu’na soralım, Pazartesi serbestti, Salı günü ne oldu. Kanun mu çıktı bize açıklasın diye.
Yaklaşık 35 avukat makamına kadar gittik. Nur Serter oradaydı. Kemal Alemdaroğlu yok dediler. Biz de beklemeye karar verdik. Ama odasında olduğu duyumunu da almıştık. Saat 5’e kadar bekledik. Mesai bitince de çıkmadı dışarıya, biz de ayrıldık.
Avukatlar burayı bastı diye hakkımızda suç duyurusu yapmışlar. 15 gün sonra Sultanahmet Adliyesi’nden ifadenize başvurulmak üzere diye davet geldi. Gittim, savcıya “Siz bir avukata böyle bir şey göndermeye utanmıyor musunuz” dedim. Bir avukat hakkında Adalet Bakanlığı’ndan izin almadan soruşturma yürütülemez.
Savcı “Ben zaten isterseniz gelin dedim” dedi. Davetnamede böyle bir şey yazmıyor. “Ben ifade vermiyorum, arkadaşlar da vermeyecek. Bundan dolayı da özür dilemeniz gerekiyor” dedim. Takipsizlik kararı bile verilmedi. Bizi ürkütmeye yönelik bir teşebbüstü.
Necati Ceylan: Rektörlükteki bu gelişme sonrası 25- 30 bin kişi Cerrahpaşa’ya yürüdü. Fakat o zaman genelgeyi geri çektiler, yaz dönemine kadar idare ettiler. Ondan sonra yeniden başlattılar. Bu dönemde 3 tane yürütmeyi durdurma kararı aldım.
Yürütmeyi durdurma kararı alınan hakimleri sürdüler. Yürütmeyi durdurma kararını da kaldırabilmek için adli tatili beklediler. Adli tatilde hakimleri ayarladılar. Kendilerinin istediği gibi karar verebilecek adamları atadılar. Sonra yürütmeyi durdurma kararını kaldırdılar.
Cüneyt Toraman: HSKY en küçük bir lehe kararda mahkemeyi darmadağın ediyordu. DGM de öyle oldu tahliye olunca darmadağın edildi.
Hüsnü Tuna: Cuma gösterileri vardı yoğun şekilde. Gösterileri durdurmak için kanun teklifi hazırlıyor Genelkurmay ve meclise sunuyor. Ama o günkü hükümet cesaret edemiyor. Darbenin etkisini kıracak unsurları ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.
Bursa’da İmam Hatip’li öğrencilerin açtığı bir davada yürütmeyi durdurma kararı veren hakimler Batı Çalışma Grubuna haber veriliyor. “Bizim istediklerimize direniyorlar. Tedbir alınsın” deniyor. O hakimler sürüldüler.
İSRAİL VE AMERİKA’DAN GELİP FİKİR VERİYORLAR
Çok geniş bir proje var ortada. Her alan çalışılmış. Genelkurmay bu işin neresinde? Hükümet neresinde? Sizce 28 Şubat’ın planlayıcısı kimlerdi?
Necati Ceylan: Genelkurmay da, hükümet de, hepsi taşeron.
Hüsnü Tuna: Aslında o gün güçlü bir hükümet olsa hiçbir şey yapamayacaklar. DYP milletvekillerinin kimini tehdit ederek, kimine para vererek, kimini başka yolla uzaklaştırmak için çaba sarfetmişler.
Bunları yapanlar Genelkurmay’ın isteğiyle Deniz Kuvvetleri bünyesindeki bir yapı, Genelkurmaydaki birkaç kişi, Mit içindeki birkaç kişi. Bana göre iskelet Deniz Kuvvetleri’nden Güven Erkaya. Çetin Doğan, Doğu Aktolga, MİT Müsteşarı Teoman Koman, derin devleti temsil eden bu ekip.
Onların arkasına baktığımızda İsrail’den, Amerika’dan gelip görüşen var. Genelkurmayda kayıtları var bunun. İsrailli askeri yetkililer gelmişler Refah Partisi ve Doğruyol Partisi’nin nasıl iktidardan uzaklaştırılacağına dair fikirlerini alıyorlar dolayısıyla kendi fikirlerini de veriyorlar. Avrupa Birliği’nden gelip irtica tehlikesini nasıl bertaraf edeceksiniz diye soruyorlar.
Bir de bu işin sivil ayağı var. Bolu İzzet Baysal Üniversitesi’ni kuran İzzet Baysal, Çevik Bir’e mektup yazmış, “Nerdesiniz? El koyun bu işe” diyor. Fethullah Gülen cemaati de destek veriyor. Alaattin Kaya Genelkurmay’ı ziyaret ediyor ve “Bütün imkanlarımız emrinizde” deniyor. Koç Grubu, Aydın Doğan, hepsi bir yandan tutuyor.
GECE YARISI TANK YÜRÜTME EMRİ GELİYOR
Tankların yürütülmesi kararı nasıl veriliyor?
Doğu Aktolga veriyor. Gece bire doğru telefon açıyor, “Yarın seksen küsür tane zırhlı aracı yürüteceksiniz” diyor. Bir alt komutan, “Komutanım o kadar tankı nasıl yürütelim. Planlanmış bir şey değil bu. Bir kaza olur altından kalkamayız” diyor ama gene de ikna edemiyor. 20 tank yürüterek işi kurtarmaya çalışıyor. Doğruyol Partisi içindeki özellikle emniyet kökenliler de bu darbenin siyaset üzerinde etkili olması için kullanılan ekip oldu.
Cüneyt Toraman: Türkiye’deki bütün darbeler dış kaynaklı ve kökenli. Başka ülkelerin projesi. Türkiye’de bir grup oturup da “Bir sıkıntı var. Bu hükümet çözemiyor öyleyse idareye el koyalım da uzaklaştıralım” gibi bir durum söz konusu değil.
Nasıl 60 darbesi, 80 darbesi ve diğerleri Amerika kaynaklıysa bütün darbeler de muhafazakar kesime yapılmıştır. 80 darbesi sağ ve sol kesime yapılmış gibi gösterilse de yapılmasının temel sebebi 79’daki İran Devrimi’nin Türkiye’ye sıçramasından endişe edilmesidir.
3000 GÖMÜLÜ SİLAHLARI VAR
28 Şubat darbesinde 1. derecede Amerika’nın etkisi vardır. İhale ilişkiler iyi olduğu için, Amerika kontrolünde İsrail’e verildi. Şu an bile Amerika’nın ordunun, emniyetin içinde ajanları var. İşadamları, sendikalar, STK’lar içinde adamları var. 28 Şubat’ı kim desteklemişse afişe oldu. Daha küçük bir güç yeterli olsaydı kesinlikle deşifre etmezlerdi.
Toplumdaki direniş etkili olduğu için Türkiye’nin her yerindeki adamlarını devreye soktular. Silahlı çatışma çıksaydı, 2000- 3000’den fazla gömülü silahları var. NATO ülkelerinde bu yapılar kuruldu. 28 Şubat’ın ana aktörü Özel Harp Dairesi. Onların kontrolünde siviller, akademisyenler, gazeteciler var. Onun için 28 Şubat askerin bir kanadının projesi değil. Alayı satılmış insanlar.
Şadi Çarsancaklı: Türkiye’de bir değişiklik varsa mutlaka dışarıya bakmak lazım. İç unsurlar mutlaka Türkiye’ye ayar vermek için kullanılır. PKK meselesi de, Kürt meselesi de böyledir. Diğer irticai unsurlar da böyledir.
28 ŞUBAT’TA AVUKATLARIN ALNI AKTIR
Bu süreçte sizler canla başla çalıştınız? Ücretsiz davalara baktınız. Neler geçti başınızdan?
Şadi Çarsancaklı: Mazlumder’in kurucu şube başkanıyım. 1988’de avukatlığa başladım. Büromun kirasını ödeyemezken ücretsiz baktığım dava sayısı, para aldığım dava sayısının 3 katıydı. Boğulduk. Mazlumder bu nedenle kuruldu.
İnsan Hakları Derneği Müslümanlarla ilgilenmiyordu. Öyle olunca bizim de bir derneğimiz olsun dedik. Semtlerde tanıdık bütün avukatları örgütledik. Kartal’da bir olay olduğunda Kartal’da hangi avukatlar varsa hemen gidiyordu.
Nöbet çizelgesi düzenlemiştik, onlar nöbet tutuyorlardı. Tıpkı barodaki CMUK gibi nöbet uyguluyorduk. Avukatlardan dayak yiyenler vardı. Rahmetli Mehmet Esen, Atilla Dede polisten dayak yediler. Atilla’yı karakol amiri kollarından tutturup dövdürdü. Kamil Oğur yaralandı. Çünkü anında avukatların vaziyet etmesi onları çok geriletiyordu. Bir haksızlık olduğunda hem savcılığa suç duyurusunda bulunuyorsunuz, hem idari anlamda suçluyorsunuz, fiilen de uğraşıp maddi manevi tazminat davası açıyorsunuz. Bunlar çok ciddi caydırıcıydı.
Cüneyt Toraman: Beş kuruş kaynağımız yoktu. O dönemde hiçbir vakfın, grubun tabelası önde değildi. Müslümanlara karşı bir saldırı vardı. Biz “Müslüman hukukçular” olarak kendiliğimizden 20- 30, bazen 40 avukat masraflarını da kendi cebimizden karşılayarak gidiyorduk.
Türkiye’nin her tarafına yetişmeye çalışıyorduk. Üniversite sınavlarında başörtüsü yasağı uygulanacağı ortaya çıkınca İstanbul’da, Ankara’da bütün önemli merkezlerde avukatlar görevlendirilince paniğe kapıldılar. “Nasıl bu kadar örgütlendiniz” dediler. Hemen hemen bütün salonlarda tutanak tutulacaktı ve cezai sorumluluğu var.
O dönemki Sabah gazetesi bütün bürolara tek tek eleman gönderdi. “Siz rabıtadan para mı alıyorsunuz” gibi sorular sordular. Halbuki bizim arkadaş grubuydu. Herkes gönüllü olarak sabahın köründe yola düşüyordu. O kıtlık döneminde, yani çok az sayıda avukat olduğu dönemde bu davanın yürütülmesi çok önemli. Bütün sınav merkezlerine avukat görevlendirilmesi benim çok değer verdiğim bir olay.
Necati Ceylan: Hukukçular Derneği başkanıydım o zaman. Marmara Üniversitesi İlahiyatla ilgili 45 avukat, Çapa için 40 avukat gitti. 40’tan aşağı düşmedi. 40’la 45 avukat hazır kadro gibi oldu.
Başörtülü kızlar kendilerini yalnız hissetmediler yani?
Tabi tabi hissetmediler… (hepsi birden)
Cüneyt Toraman: 28 Şubat’ta avukatların alnı aktır.
Necip Kibar: 28 Şubat’ın ekonomik boyutu ile ilgili başlı başına bir söyleşi yapılması lazım. 20 küsür banka batırıldı. 58 milyar para bu yapının asker ve sivil kanadı arasında pay edildi. Halkın cebinden paralar toplandı. İç edilerek bizim üstümüze fatura edildi.
O dönemde başörtüsü yasağıyla ilgili yasaklarla ilgili olaylar başladığında bizden hukuki yardımlar talep edildi. Biz gittik üniversite kapılarında tutanaklar tutmaya başladık. Vekaletler aldık. Noterleri getirtip tutanaklar tutturduk. “Burada hiçbir yasak olmamasına rağmen öğrenciler başörtülü oldukları için içeri alınmamaktadır” gibi tespitler yaptılar.
Bu olunca noterlere de tutanak tutamazsınız diye yasak getirdiler. Bu tutanaklardan sonra insanlar gösteri hakkını kullandı. Bu sefer izinsiz gösteri yapıyorsunuz diye gözaltına alındılar. Açılan davalardan öğrenciler lehine karar veren idari mahkemeler derhal tasfiye edildi.
İkincisi eğitim hakkını engellemek suç olduğu halde bunu engelleyenler değil, dersine girmek isteyen öğrenciler ve memuriyet hakkını kullanmak isteyen insanlar eğitim öğretimi engellemekten yaka paça alındı ve ceza verildi.
Nuray Canan Bezirgan yaka paça gözaltına alınarak göz altına alındı. Çocuğunu düşürdü. Üstelik direndi diye hapis cezası aldı. O dönemde kazandığımız davların sayısı parmaklarımızın sayısı kadar azdır. Üstelik kazanır kazanmaz bir üst mahkemeye gittiğinde o mahkeme tasfiye edilerek yargının önü kapatıldı.
Bize hukiki yardım talebi geliyordu gidiyorduk. Bizi bir öğrenci çağırdıysa diğer öğrenciler de görüp yardım talep ediyordu. Fedakarca çalışan avukatlar aracılığıyla bütün haklarını kullandılar. Hala elimizde ciltler dolusu kitaplar yazabilecek tutanaklar, hikayeler var.
Ancak kurtla kuzu hikayesini biliriz. Kurt kuzuyu yemeye niyet ettiyse suyun bulandırılma hikayesi boş bir hikayedir. Darbe yapmak isteyenler her dönem ve her şartta yaptırmak istediklerine yaptırırlar. Bu dönemde yine birileri yine bu darbeleri yapmak için tetikte bekleyecektir ve beklemektedirler.
22.02.2016