Yeni Şafak röportaj

Suriye’nin 28 Şubat’ı hiç bitmedi

Yazar Hamza Türkmen Ortadoğu’da diktatör rejimler döneminde yaşananların Türkiye’nin 28 Şubat döneminde yaşananlarla paralel olduğunu anlatıyor. Türkmen, Mısır, Tunus, Libya gibi ülkelerde zaman zaman bu baskıların azaldığını ancak Suriye’nin 28 Şubat’ının hiç bitmediğini ve on binlerce insanın öldürüldüğünü söylüyor.

Türkiye İslamcılığı üzerine çalışmaları da olan yazar Hamza Türkmen Özgürder, Haksöz Dergisi, Yöneliş Yayınları ve Ekin Yayınları’nın da kurucularından. Geçtiğimiz günlerde Gelecek Tasavvurumuz ve Ortadoğu İntifadası isimli bir kitabı yayınlanan Türkmen’le hem Ortadoğu’daki durumu hem de Türkiye İslamcılığının gelişim sürecini konuştuk.

Ortadoğu halkları ‘İslami bilince’ ne kadar sahipler?

28 Şubat’ı biz 4-5 yıl yaşadık. İç çürümemiz vardı ama buna rağmen İslami aidiyetlerimiz diriydi. Sistem İslami kimliği oluşturacak faaliyetleri engelleyici tedbirler aldı. Başörtü yasaklandı. İmam hatip okulları kapatıldı. Katsayı engeli getirildi.

Baskılar, gözaltılar, dindar kimliğini ön plana çıkaranlara işkenceler büyük bir yılgınlığı getirdi. Buradaki uygulamaları, askeri vesayeti, laikçi dayatmaları 28 Şubat örneğinden alarak Mısır’a, Cezayir’e, Tunus’a gidelim. Orada bu durum devletler kurulduğundan beri yaşanıyor.

Bizde de 1950 öncesi bu uygulamalar vardı?

1945 öncesinde bütün toplumu tek tipleştirici, İslam’ı tasfiye edici, edemiyorsa alt kimliğe indirgeyici, dayatmacı ceberut sistem kurulmuştu. 1970’lerden sonra tekrar elde edilmeye başlanan kazanımı 28 Şubat baskılamaya çalıştı.

Aynı olayları Suriye’de, Mısır’da, Libya’da görüyoruz. Tunus’taki uygulamalarla Türkiye’deki 28 Şubat uygulamaları birbirine paralel. Ortadoğu’daki İslami hareketler baskı altındaydı. Sadece Mısır’ı ele alacak olursak on binlerce yetişmiş insan senelerce hapsedildi. Binlercesi işkencelerde şehit edildi.

SIKIŞMIŞ ÖFKE PATLADI

‘Arap Baharı’ bunlara tepki olarak mı başladı?

Bu ülkelerde yoksulluk var, yolsuzluk var, her tür zulüm var. Ama en önemlisi oradaki Müslümanların, insanların kimliğinin yasaklanmasıdır. Sıkıştırılmış öfke var. Gazze bombalanırken İslam dünyasında biraz İran ve en fazla Türkiye’de tepki oldu.

Hamas, Mısır İhvanı’nın çocuğu mesabesinde olmasına rağmen ses çıkmadı. Çünkü Hüsnü Mübarek’in polisi asfalta tebeşirle çiziyordu. Bu çizgiyi geçerseniz vururuz diyordu ve vuruyordu da. Sırf Gazze olaylarında İhvan’dan 5 bin kişi içeri atıldı, işkence gördü. Mısırlılar ölmüş, neden sokağa çıkmıyorlar diyorduk ama çıkmak istediklerinde içeri alınıyorlardı.

Yani bazılarının iddia ettiği gibi küresel güçlerin komplosu yok?

Bu sıkışmış öfkenin patlaması oldu. Aynı öfkeyi Tunus, Fas, Yemen hepsi taşıdığı için zincirleme yani hiçbir komployla izah edilemeyecek bir hızla ve kitle gücüyle anında yayıldı. Bunu denetlemeleri mümkün değildi.

Diktatörler Kemalist devrimleri dolaylı olarak yaşatıyorlardı ama buna karşı toplumun Arapça bilmesi bir imkandı. 120 yıl önceden Muhammed Abduh ve Afgani’nin Urvetül Vuska hareketiyle yaydıkları öze dönüş fikri, Ortadoğu’da Manar çizgisi, İhvan, Hizbuttahrir hareketi ve kısmen Selefilerle yaygınlık kazandı.

Fakat bunlar sürekli hapsedilen, işkence görülen bir tarihten geldiler. Filistin intifadası gibi sıkışan öfke bir yerde patlayınca denetleyemediler. Birden yayıldı ve biz buna Ortadoğu intifadası diyoruz.

İNİSİYATİF İSLAMİ CEPHEDE

Neden intifada?

Arap Baharı’nı Prag Baharı’na öykünerek Batılı ajanslar kullandı. Komünizmden liberalleşmeye geçiş bağlamında Prag Baharı kullanılıyordu. Hemen bu kavramı yapıştırdılar çünkü Ortadoğu’nun liberalleşmesini bekliyorlardı. Oysa bu aynı Filistin intifadası gibi diktatörlere veya işgalcilere karşı tüm muhalefetin birleşmesinden oluşuyor ama asıl gövde Müslümanlar.

Liberalleşme yerine İslamlaşma mı öngörüyorsunuz?

Umuyoruz. Bu uzun vadeli bir olay ama bütün ayaklanmalarda inisiyatif, bu seçim sonuçlarında da belli oluyor ki, İslami cephede. Devrim kelimesi de kullanılabilir ama devrim Kur’an’daki ıslah kavramını karşılamıyor.

SURİYE REJİMİ HEP KATLETTİ

Diğer ülkelerde diktatörler gitti. Suriye’de neden başarılı olunamadı?

Mısır’da, Tunus’ta, Yemen’de hatta Libya’da toplumsal doku değişik dengelere dayanıyor. Ortadoğu’daki diktatörlükleri Türkiye’deki 28 Şubat’la mukayese etmiştim ama yer yer onların 28 Şubat’ları yumuşadı, geriledi, tekrar yükseldiği dönemler oldu.

Bu dönemlerde muhalefet ve Müslümanlar imkanı değerlendirdi. Fakat Suriye’nin 28 Şubat’ı hiç bitmedi. 1980 yılında Hafız Esad İhvan kitle tabanında gittikçe yaygınlaşınca, İhvan üyesi olmayı yasaklayan ve İhvan üyesi olarak yakalananlara hapis ya da müebbet hapis cezası veren bir kanun çıkarttı. Bu büyük bir zulüm.

Tepkiler olunca birçok kişi idam edildi. Bu baskı sonunda 1982’de Hama olarak patladı. Suriye, İsrail’e karşı hiç kullanmadığı gücünü halkına karşı kullandı ve 30 bin insanı katletti. Sonra da 20 bin insan kayboldu veya katledildi, on binlercesi hala hapislerde.

Bu kadar sindirilmiş bir halk ayaklanmaya nasıl cesaret etti?

Ortadoğu’da bu patlama olunca Dera’da birkaç çocuk heyecanlanıyor. Duvarlara biz de diktatörün gitmesini istiyoruz yazıyorlar. Bunlar yakalanıyor çoğu işkenceyle öldürülüyor. Dera’daki aşiretler geri kalan çocuklarını istemek için sokaklara dökülüyor.

5 ay boyunca tamamen silahsız olarak reform istiyoruz, özgürlük istiyoruz diye eylemler yapıldı. Her eylemde 1-2 kişi öldürüldü. Buna rağmen ellerine silah almadılar. Bu davranışları süreklilik arz edince korku duvarları yıkıldı.

Halka ateş etmesi söylenen askerler ateş açmamaya başladı. Ateş açmayan ordu mensupları ordu tarafından öldürüldü. Bu sefer ateş açmak istemeyenler göstericilerin safına geçtiler. Katliam ciddi rakamlara ulaşınca Özgür Suriye Ordusu’nu oluşturdular.

İRAN BİR AKIL TUTULMASI YAŞIYOR

Suriye nasıl kurtulacak?

Suriye üzerinde çok dezenformasyon var. Özellikle Beşşar Esad rejiminin iyi çalışan bir psikolojik harp organizasyonu var. İslam inkılabını yapmış bir İran’ın bugünkü Suriye yönetiminin arkasında durması bir akıl tutulmasını işaret ediyor. İslam dünyasına ‘Bakın bu çatışmaları durduralım, yoksa Şii Sünni çatışması olacak, bütün bölgeye yayılır’ tarzında korku salıyorlar.

Peki olabilir mi böyle bir çatışma?

Suriye’de Şii yok, sadece yerleşik olarak İran’dan gelmiş, 120 bin civarında Şii var ve köylerde yaşıyorlar. Nusayriler halkın yüzde 12’sini geçmiyor. Nusayriler Şii kültüründe Şii olarak kabul edilmezler. Sünni Şii çatışması yok. Baskıcı rejime tepki var. Ama Şii Sünni çatışması var gibi gösterilmeye çalışılıyor ya da Esad bir katliam yaptığında ama onlar da katliam yaptı deniyor. Fakat uçağı tankı olan Esad rejimi.

Türkiye’de de İslamcılar ikiye bölünmüş durumda. Bazıları müdahale olsun istiyor, bazıları buna karşı çıkıyor…

Siyasi olaylara bakışta bir komplo teorisi ile iç içeyiz. Ortadoğu’da her şeyi Amerika planlar diye düşünüyoruz. Amerika’nın hepimiz üzerinde planı var ama halklar bilinçlendikçe özgür davranabiliyorlar. Amerika kadir-i mutlak değil. Hala iki kutuplu dünyadan kalma okumalar yapılıyor. Komünist blok 1991’de bitti. Bugün Batı sadece Amerika değil. Rusya da Çin de kapitalist. Böyle okumak lazım.

Türkiye İslamcıları arasındaki bu görüş ayrılığı ne kadar keskinleşir?

Komplocu düşünen çok az sayıda yazar çizer takımı ve bugünkü İran yönetimine biatlı unsurlar dışında kafa karışıklığı yok. Herkes Beşşar Esad’ı zalim, halkın direnişini meşru görüyor.

MEHMET AKİF VE BABANZADE AHMET BİZİ ETKİLEDİ

Nasıl bir ailede büyüdünüz?

Aslen Rizeliyiz ama babam da ben de İstanbul doğumluyuz. Boğaziçi’nde Beykoz’la Sarıyer arasında büyüdüm. Lise öğrenimime kadarki hayatım Sarıyer’de geçti. 70’li yıllarda bir iki fakülte değiştirdim. Hukuk fakültesini bıraktım. Sonra İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’ni bitirdim.

Hukuk’u 3. sınıftayken bırakmışsınız. Neden?

70’li yıllar İslami faaliyetlerin ve bilinçlenmenin yeniden yeni yeni geliştiği bir dönemdi. Henüz fikri çalışmalarımız veya etkinliklerimiz dolayısıyla sistemle ciddi anlamda karşı karşıya geldiğimiz bir durum yoktu. Avukatlık icra avukatlığı, çek senet avukatlığı gibi bir telakkiye dayandığı için ben kendi kimliğimin gelişimi açısından yararlı görmedim.

DEĞİŞİM TERCÜMELERLE OLDU

İstanbul’da büyümenin getirdiği bir avantaj ya da dezavantaj var mıydı?

İstanbul Türkiye’nin en önemli kültür merkezi. Her ne kadar çevre ilçeleri İstanbul saymasak da İstanbul’a inerdik. Lise yıllarında babam sayesinde gazeteleri takip ederdim. Okuyucu köşelerine yazdığım yazılarla MTTB ile irtibata geçtim. Sonra kültürel tartışmalar ortamında buldum kendimi. 70’li yılların ortalarında İslam dünyasındaki ıslah hareketlerinin ürünleri Türkçe’ye epey yansımaya başlamıştı. O okumalarımız sayesinde milli dindarlıktan sıyrılıp ‘biz Müslümanız’ demeye başladık.

Tercüme eserler değil mi?

Tercüme eserlerin büyük etkisi oldu. O eserlerden önce lisede Dev- Genç’in lise kolu Dev-Lis’teki arkadaşlara cevap vermek için, Türkçülüğü ifade eden ‘Komandolar’ akımının yayınevlerinin kitaplarını okurduk.

Hilmi Ziya Ülken’in Tarihi Materyalizme Reddiye diye ağır bir kitabı vardı onu adeta ezberledim. Sonra öğrendik ki idealist bir mantıkla yazılmış o kitap. Büyük eksiklik içindeydik. Urvetül Vuska akımının Türkiye’deki aktarımcısı, ümmeti yeniden diriltme mantığını yükselten Sebülürreşad’ın öncüleri Mehmet Akif, Babanzade Ahmet, Eşref Edip bizi çok etkiliyordu.

O yıllarda İslamcıların durumu nasıldı?

Türkiye’deki İslami cemaatler; Nakşi örgütlenmeleri- tarikatları, Kadiri tarikatları, Süleymancılar, Nurcular Kemalizm’in İslami kimliği ve değerleri yok sayıcı baskısına karşı direndiler. Allah hepsinden razı olsun. Ancak bütünsel olarak İslam’ı kavrama konusunda mezhepçiliği, batıni anlamda tasavvufu ve sistemin İslami kimliğimize bulaştırdığı sığınmacı, sağcı, devletçi, milliyetçi kimliği aşabilmiş durumda değildiler.

Değişim nasıl oldu peki?

Büyük ölçüde Mehmet Akif’in Safahat’ından aldığımız ilham ve İslam dünyasından direkt kaynaktan beslenen, öze dönüş diyebileceğimiz doğrultudaki kitapların Türkçeye çevrilmesiyle dinimizi nerden öğrenebileceğimizi, hangi ayetin Hz. Muhammed’in hangi uygulamasını oluşturduğunu öğrenmeye başladık.

Kimliğimizi oluşturan kavramların ne kadar kitabi, ne kadar Kur’anî olduğunu öğrendik. Bu anlamda bahsettiğimiz kitaplarla tanıştıkça özellikle Seyyid Kutup’un Fizılal-il Kur’an ve Yoldaki İşaretler, Mevdudi’nin Dört Terim’i kavramlarımızı doğru anlama konusunda ufuk açıcı şeylerdi.

O gündemlerimiz içinde yaptığımız yorumlar isabetli olabilir ya da olmayabilir. En azından bize bir usül, bir tarz, temelin nerde olduğunu öğreten tartışmalardı ki Türkiye’deki İslami düşüncenin de çok büyük şekilde önünü açtı.

Başka ne gibi unsurlar etkiledi değişimi?

70’li yıllarda çok küçük öbeklerle başlayan bu çalışmalar İstanbul’da Nurettin Topçu’nun Hareket ve MTTB’nin Milli Gençlik dergilerinden ayrışmış, abi dediğim insanların çabalarıyla Düşünce Dergisi çıktı. Düşünce Dergisi bağımsız İslami kimliğin inşası, sağcı, devletçi, sığınmacı bir dindarlık anlayışından sıyrılıp bağımsız İslami kimliğe ulaşma konusunda çok etkindir. Bu sırada da Ankara’da bu söylemlere yakın ve eli kalem tutan şairlerimiz, hikayecilerimiz, denemecilerimizin birlikte çıkardığı Aylık Dergi vardı. Bu öncü çabalar daha sonra Şura, Tevhid, Hicret gibi kitlesel dergilere dönüştü.

Kitapevleri dernek fonksiyonu görüyordu

Yöneliş Yayınları’nın kurucularındansınız. Nasıl ortaya çıktı?

İslami uyanış süreci içinde yer almış 10 -15 kişilik bir arkadaş çevresi ile kendimizi yetiştirme konusunda planlı çalışmalarımız oluyordu. İslam’ı anlama usulüyle ilgili konuları ve dünyadaki egemen yapıyı kavramak peşindeydik. Yaşadığımız toplumu, tarihi süreci değerlendirecek bir perspektife sahip olmanın ve bir Müslüman’ın kimliğini oluşturan değerler, kıstaslar olması gerektiği kanaatindeydik. Bu tarz ciddi çalışmalar, makale taramaları yapıyorduk. Müslümanlar 1985-95 arasında büyük bir gelişim kaydettiler. Müslümanlar kültür hayatında, sokakta, üniversitede baskın bir inisiyatif sahibi olmaya başladı. Ama bu gelişim ölçüden ziyade duyarlılığa dayanan, cetveli olmayan bir gelişimdi. Bu akımı biz ayaklarını yere bastırmalı, ilkeli, tutarlı, Kur’an temelli bir perspektife ulaştırmalıydık. Bu kaygıyla yaptığımız çalışmalarımızı samimi insanlarla paylaşmak, kendimiz ya da bu tarzda çaba sarfeden insanlarla buluşmak konusunda bir dışa açılım formu olarak Yöneliş Yayınları’nı düşündük.

Haksöz Dergisi de aynı düşüncelerle mi kuruldu?

1980’li 90’lı yılların başında Anadolu’da kitapevleri bir nevi Müslümanların faaliyet araçlarıydı. Bugünün vakıfları ve derneklerini karşılıyordu. Biz yayınevi ile yaptığımız hamleyi daha üst bir hamleye yöneltmek için çabalıyorduk. Değişik üniversitelerden gelen arkadaşlarımızla alternatif usuli çalışmalar yapıyorduk. İlahiyat fakülteleriyle de irtibat kurabileceğimiz bir dergi çıkaralım dedik. Mahalli bir çalışma alanı olarak ilk sayısını çıkarttık Haksöz’ün. Düşündüğümüzün üstünde bir beğeni oldu. İslami kesimde bir nevi kanaat önderi olarak görülebilecek bir çok insanın destekleyici yazıları, mektupları geldi. Böyle olunca genel bir dergiye dönüştü.

17.06.2012

https://www.yenisafak.com/roportaj/suriyenin-28-subati-hic-bitmedi-389388

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu